Okçu Yi ve On Güneş*

BEN mitolojiyi ve masalları çok severim, birbirlerine benzerler zaten. Bu ay size Çin mitolojisinden bir öykü aktarıyorum…
“Bir zamanlar dünya gençti ve gökyüzünde bir değil on tane güneş geziniyordu. Onların anası, doğunun tanrısı olan Di Jun’un karısıydı. Kadın, bu on çocuğunu dünyanın doğu bölümünün en uzak ucunda yer alan Tang Vadisi’nde bir sıcak su havuzunda yıkıyordu. Güneşler, kuşlar gibi büyük bir dut ağacında dinlenirdi, çünkü bu güneşlerin özleri kuştu. Dokuz güneş ağacın alt dallarında tünerken, her gün bir başka güneş üst dalda otururdu.
Şafağın sabah ışığına yol göstermesinin zamanı geldiğinde, en üstte oturan güneş, arabasının içinde göklerdeki yolculuğuna çıkardı. Bu araba bazen atlar, bazen de ejderhalar tarafından çekilirdi. Bir haftada on gün vardı ve her gün farklı bir güneş gökyüzünden geçerdi.
Bu on güneş, birbirine çok benzediğinden ve her gün yalnızca bir tanesi gökyüzünden geçtiğinden, yeryüzündeki insanlar birden fazla güneşin olduğunu bilmiyorlardı. O sıralarda insanlar ve hayvanlar, komşu ve arkadaş gibi bir arada yaşarlardı. Hayvanlar yavrularını, insanların onlara bir zarar vermesinden korkmaksızın yuvalarında bırakırlardı. Çiftçiler hayvanların çalacağından korkmadan ekinlerini tarlada bırakırlardı. Bir insan yanlışlıkla bir yılana bassa, yılan onu ısırmazdı. Bir çocuk oynarken bir leoparın ve kaplanın kuyruğunu çekse saldırıya uğrayıp öldürülmezdi. O zamanlar bolluk zamanıydı, herkese yeterinden fazla yiyecek düşüyordu. İnsanlar ve hayvanlar birbirleri hakkında iyi niyetler besleyip, birbirlerinin mülklerine saygı gösteriyorlardı.
Ancak bir gün, güneşler tek tek dolaşmak yerine, göklerden hep birlikte geçmenin eğlenceli olacağına karar verdiler. Böylece şafak vakti geldiğinde on güneş arabaya atlayıp gökyüzüne doğru yola çıktılar. Onların yakıcı ışığı dünyayı kavurdu. Ormanlar ateş aldı ve pek çok hayvanı da öldürerek küle döndürdü. Alevlerden kurtulmuş olanlar, insanların arasına dalarak çaresizlik ve hırçınlık içinde yemek aramaya başladılar.
Nehirler, hatta denizler kurudu, bütün balıklar öldü ve su canavarları yeryüzüne çıkıp yiyecek çalmaya başladılar. Pek çok insan ve hayvan susuzluktan öldü. Ekinler ve bahçeler kurudu, insanların ve evcil hayvanların yiyecek kaynakları tümüyle tükendi. Bazı insanlar evlerinden ayrılınca güneşin ısısıyla alev alıp yanarak öldüler. Diğerleri vahşi hayvanlara yem oldular, çünkü artık başka bir yiyecek kaynağı kalmamıştı.

OKÇU Yİ DEVREDE
İnsanlar, imparatorları Yao’ya kendilerine yardım etmesi için yalvardılar. Yao da evreni kurtarabilecek tek kişi olan büyük okçu Yi’nin yardımını istedi. Okçu Yi, Batı’nın Kraliçe Anası’na kendisine ölümsüzlük iksirini vermesi için yalvarmış ve karısı geri kalanını çalmadan önce birazını içebilmişti. İmparator, Yi’nin dokuz güneşi oklarıyla vurmasını ve uygarlığı yok olmaktan kurtarmasını emretti.
Okçu Yi iyi nişan aldı. Tek tek oklarını attı ve her biri hedeflerine ulaştı. Dokuz güneş saplanan oklara dayanamadılar ve teker teker öldüler. Her birinin tüyleri yeryüzüne döküldü ve teker teker ışıkları söndü. Yeryüzü giderek daha da karardı ama sonunda bir tek güneşin ışığıyla aydınlandı. Her yerde insanlar gökyüzüne baktılar ve olanları coşkuyla izlediler. Artık yeniden başlayabilirlerdi.”
Kıssadan hisse: Okçu Yi sağ olsun uygarlığı yok olmaktan kurtarmış ama biz yarattığımız  küresel ısınma ve buna bağlı çevre felaketleriyle bir güneşle bile baş edemez hale geldik. Bu tek güneşi de öldüremeyeceğimize göre artık görev okçu Yi’ye değil bize düşüyor: Çevreyi ve dünyamızı koruyacağız. Kızılderililerin deyişiyle, “Dünya dedelerimizden bize kalan bir miras değil, torunlarımızın emanetidir.” Bize düşen görev belli; onu gerçek sahibi olan torunlarımıza devredeceğiz, başka yolu yok!.. Esen kalın.
* Donna Rosenberg, Dünya Mitolojisi, İmge Yayınevi, Ekim 2006

Yorum yazın