Kırk yıl, dile kolay…
BU ay çalışma hayatımda kırkıncı yılımı bitirdim. Başlıkta da belirttiğim gibi, kırk yıl dile kolay, ama hayat öyle kolay geçmiyor…
Yıl 1974’tü; henüz sakalı bitmemiş bir öğretmen olarak Kırşehir’in Çiçekdağı ilçesinin Kösefakılı nahiyesine gittim. Hakkımdaki ilk intiba, dün gibi hatırlarım; “Bizim okula, öğretmen diye bir çocuk göndermişler” olmuştu…
Evet, görünümüm sakalı bitmemiş bir çocuktu, ama bilgiliydim ve okula başlayacak yaklaşık yirmi öğrencime ne öğreteceğimi ve nasıl öğreteceğimi çok iyi biliyordum. Çünkü eğitimim boyunca buna çok iyi hazırlandım. Kösefakılı Ortaokulu’ndaki imkânlar buna elvermese de ben elimden geleni sonuna kadar yapmaya çalıştım…
Örneğin; o dönemde bilgisayar yoktu; daktilo da bizim okula ancak ikinci yılda ulaştı… Buna rağmen ben gece geç saatlere kadar karbon kopyayla daktilo yazarak öğrencilerimin bütün sınavlarını testle çözmeye çalıştım. Çünkü bana öğretilen eğitim yöntemi oydu. Şimdi eğitim yöntemleri değişti tabii. Bu konuda fazla söze gerek yok, bilgisayar ve internet tüm yaşamımızı olduğu gibi eğitimi de yeniden şekillendirdi…
‘HOŞ BİR SADA’
Bir önceki bayram ve geçen bayramda internetten izimi süren öğrencilerimin bazıları Sigortacı Gazetesi’nden bana ulaşarak bayramımı kutladılar… “Hocam, bayramınızı kutlar, ellerinizden öperiz” diyen o seslerin benim gök kubbemde yarattığı “Hoş sada”yı yazıya dökmek gerçekten çok güç. Yazının bu yerine geldiğimde gözyaşlarıma hakim olamadım ve bu yazıyı, bu yüzden tam üç kez bilgisayar başında oturmak zorunda kalarak tamamlayabildim. Teşekkürler çocuklar… Mümkün olan en kısa sürede Kösefakılı’ya gelip sizlerle kucaklaşmak için gün sayıyorum…
Öğretmenlik serüvenim üç yılı Kösefakılı’da, üç yılı da Mersin’in okullarında, altı yıl sürdü. Çok iyi öğrencilerim oldu, çok güzel anılar biriktirdim.
YENİ BİR DÖNEMEÇ
Hepimizin hayatında dönemeçler ve kırılma noktaları vardır. Ben bu yazıda kırılma noktalarını pas geçeyim. 1980’de öğretmenliği bırakıp İstanbul’a zorunlu göç ettim. Zorunlu göçün ilk yılları gerçekten zor geçti ama 1983 benim için yeni bir dönüm noktası oldu. O yıl Yankı dergisinde –o dönemde adı konmamıştı- ilk “redaktör” olarak gazeteciliğe adım attım. Bu dönemeç beni bugünlere kadar getirdi…
Yankı dergisinde geçen dokuz aylık ve yaklaşık bir ayı uykusuz geçen gecelerin ardından Metin Öztürk’le tanışmamız da yeni bir dönemeçti aslında. Metin’le yeni bir hamle yapmaya hazırlanan Son Havadis gazetesine transfer olan iki gazeteci olarak tanıştık; o yurt haberleri servisinde reklam almak için “Dıbırdık Holding” haberleri yazıyordu, ben de ekonomi servisinde haber düzeltiyordum. Dört ay sonra biten Son Havadis macerasından sonra Metin’le birlikte yaşadığımız serüveni yıllar önce bu köşede yayımlanan “Loto Toto’yu Ben Batırdım, Sigortacı’yı Metin Çıkardı” başlıklı yazıda aktarmıştım. Sıkıntılı, ama heyecanlı günlerdi. O yazıda Sigortacı’nın nasıl çıktığını da aktarmıştım.
Sigortacı Gazetesi çıkarken ben Metin’e sadece dışarıdan destek oldum, çünkü ben bir ajansta çalışıyordum. Ama kısa süre sonra yollarımız tekrar kesişti; ben gazetenin koordinatörlüğünü üstlendim. Aslında doğru mu yaptım, yanlış mı bilemiyorum, ancak elinizde tuttuğunuz ya da internetten izlediğiniz Sigortacı’nın yeni boyutu ve içeriğinin mimarlarından biriyim.
Sigortacı Gazetesi’nin ardından ben yeniden günlük basına döndüm. Cumhuriyet gazetesinde geçen 7 yıl, ardından emeklilik ve tekrar Sigortacı Gazetesi… 14 yıldır tekrar yuvamdayım diye düşünüyorum.
Yazının başlığına dönersek; burada anlatmadığım serüvenleri de dikkate alırsanız, kırk yıl gerçekten dile kolay, esen kalın…