Dostlar alışverişte…

BUNDAN yıllar önce önemli ve kökten bir yeniden yapılanma sürecinde ilgili çalışma arkadaşlarıma şöyle bir şey dediğimi anımsıyorum: “İnsan Kaynakları Birimi bir süre sonra gereksiz hale gelebilir, en azından böyle olması gerekir ideal bir dünyada. Bu yüzden bu birimin misyonunun kendini lağvetmek olmasını öneriyorum.”
Güldünüz değil mi; ya da belki düşünmeye devam etmektesiniz hâlâ… “Ben sporcunun zeki, çevik ve ahlaklısını severim” kadar ulaşılması zor bir duruma mı benziyor yoksa?
Otorite, disiplin, düzen, yönetim, denetim, gözetim hep belirli kurumları, yapıları ve sistemleri çağrıştırır. Oysa sağlıklı bir işleyişte belki bunların çoğunun, ya da en azından bir kısmının olmaması, görünmemesi, varlığını hissettirmemesi gerekir. Herkes vergisini verirse vergi kontrol çalışanlarına gerek duyulmaz, herkes aracını düzgün kullanırsa trafik polislerine, ya da her çalışan işini iyi yaparsa düzinelerce yöneticiye gerek duyulmaz.
Toprak örneğini ele alalım. Toprağı yeterince havalandırır, bünyesindeki mineralleri eksiltmez, besleyebileceğinden fazlasını dikmezseniz toprak ile üstündekiler sonsuza kadar uyum içinde yaşarlar ama ne zaman ki toprağa zararlı atıkları karıştırır, etrafına yüksek yapılar dikip toprağın alması gereken güneş, yağmur ve havaya engel olursanız toprak da kötü yüzünü gösterir size.
Herhangi bir kurumu ele alalım bir de. Hedef – Vizyon – Misyon iskeleti üzerinde her kurumun sağlıklı toprak gibi sonsuza kadar yaşaması öngörülür değil mi ama pratikte bu olmaz çünkü insan eli değer o kuruma, duygular ve hırslar ekilir, bireysellik atıkları ve kurumun etrafındaki yüksek yapılar da var olunca havasız kalır kurum, güneş alamaz ve çölleşir sonunda.
Dolayısı ile aslında bir sürü rol, görev ve birimin yaratılıyor olmasının nedeni o kurumların var oluşlarından değil organizasyonlarında görev alan bireyler yüzünden. “Şu performans sistemi, ücret modeli ve bu sosyal haklar ile senden şu işi ve bu verimliliği bekliyorum” dediğiniz bir çalışanın üstüne “Acaba bunları yapıyor mu, nasıl yapıyor?” diye birilerini dikmek aslında o çalışan ile olan ilişkinin ilk günden sağlıksız başlaması demek değil mi?
Birçok şirkette vardır bu güvensizlik. Patron sana bir iş ya da bir kişiyi sorar, elindeki her şeyi bir tarafa bırakıp patronun talebini ele alırsın, o sürecin tam ortasında öğrenirsin ki sadece sana verildiğini sandığın işi senden başka birkaç kişi de takip ediyordur. Kendini değersiz hissedersin bir anda, o sana özel olduğunu düşündüğün iş tüm cazibesini yitirir gözünde.
Bir kurumun ya da bir sistemin sorunsuz işlediğini gösteren en temel olgu o yapıda çalışanların müşterilerine ya da hizmet verdiklerine gereksiz yere görünmemesi, işlerini yaparken işleri ile ilgili tüm denetim ve bilgilendirme süreçlerinin olabildiğince verimli ve ekonomik hale getirilmesidir. Ben belediyenin çöpümü topladığını sürekli boşaltılan konteynerimden anlıyorum zaten, “bak çöpünü topluyorum” odaklı gün içi şovlarına gerek yok; duyularım da yollarımın onarıldığını veya asfaltlandığını anlamaya yetecek kadar gelişmiş durumda ama illaki bunu göstere göstere yapmaya hevesli birileri var hep. Durum böyle olunca da esas niyetin iş yapma değil iş yapıldığını göstermek; gerçekten bir şeyler yapmak değil de salt alışverişte görünmek olduğunu düşünüyorum doğal olarak.
Oy kullanan halk ya da yatırım yapmak isteyen sermaye sahibi bir yönetim seçer, belli bir süreliğine kendi adına ülkeyi ya da yatırımı yönetmesi için. Vekaleten bu görevi alan kişi olduk olmadık her durumda “Bak ben ne güzel yönetiyorum” diyemez, “Ne doğru kararlar alıyorum, ne düzgün insanlar ile çalışıyorum” diye böbürlenemez. Bunun takdirini vekaleti verenler yapmalıdır, ara sıra ya da en geç atamanın vade bitimine yakın. Tıpkı en baştaki İnsan Kaynakları örneği gibi tüm kurumlardaki kişilerin de hedefinin kendilerinin olmadığı bir dünyada o kurumun devamlılığını ve kalıcılığını sağlamak olduğunu düşünüyorum.
Görüşmek üzere.

Yorum yazın