Deprem acılarımız devam ediyor

SİGORTACI Gazetesi’nin bu ayki yazısını yazmak için bilgisayarımın başına oturduğumda ekranın sağ alt köşesinde 17 Ağustos tarihini gördüm. Biliyorsunuz tüm yazılı ve görsel medyada günlerce ağustos ayında yaşanacak yıldız yağmurlarından söz edildi. Oysa her ağustos ayında benim için yıldız yağmurundan çok iki şey önem taşıyordu. Birincisi 24 Ağustos 1998 tarihinde yüreğimdeki vurgun ikincisi ise 17 Ağustos 1999 tarihindeki Marmara depremi…
On altıncı yılını dolduran büyük Marmara depreminde tüm insanlarımız ile birlikte yaşadıklarımız halen o kadar canlı ki aklımda olan sigortacılığa ilişkin teknik konuları tasarlayıp yazma düşüncesinden vazgeçip o dramatik anları dile getiren 20.08.1999 tarihli yazımı sizler ile paylaşmak istedim.

EVET GERÇEKTEN UNUTMAMALIYIZ
Depremin üçüncü günü akşama doğru Adapazarı’nın tam merkezinde bulunan Çark Caddesi’ne girdiğimizde tüylerimin diken diken olduğunu hissettim. Burası bir korku filminin seti mi? Dante’nin İlahi Komedyası’nda betimlediği cehennem mi, yoksa bize soyut olarak anlatılan ve bir türlü kavrayamadığımız kıyametin somut göstergesi mi? Gördüğüm korkunç manzaralara inanmak istemiyordum. Bir de o cehennemi saniye saniye yaşayan insanları düşününce yüreğimdeki gökyüzü karanlık bir evrenin sonsuzluğunda kayıp gitmeye başlamıştı.
Bu cehennemi ortamda tüm karamsarlığımıza ve üzüntümüze karşın görevimizi yapmak zorundaydık. Ancak bunu nasıl yapacaktık? Ekspertizini yaptığımız her enkazın başında göz yaşlarımızı tutamıyorduk. Bir ara eksper arkadaşım yıkıntılar arasında duran bez bir oyuncak bebeği göstererek gözyaşları arasında kısık bir sesle “Ben 1967 Adapazarı depremini de çok iyi anımsıyorum. Hatta genç bir mimar olarak o dönemde yine buralarda geçici olarak kamu görevi yapmıştım, depremi yaşayan insanlar bu kadar acıyı ve olup biteni unutur mu acaba” diyerek başka bir yıkıntıya doğru yöneldi. Biraz olsun üzüntüsünü hafifletmek için ona Jaques Brel’in dizelerini aktardım.
“ On oublie rien/On oublie rien du tout/On s’habitue/C’est tout“
Hiçbir şey unutulmaz/Ama hiçbir şey/Sadece alışılır/Hepsi bu…
***
Nükleer savaşı başlatarak Hiroşima ve Nagazaki’yi yok eden ilk atom bombasının yarattığı “kıyamet” hakkında birçok kitap okumuş, onlarca televizyon belgeseli izlemiştim. Çark Caddesi’ni görür görmez karşımdaki yıkıntılar kayboldu ve gözlerimin önüne birden bire Hiroşima geldi. Tesadüfe bakın ki insanlar Hiroşima’ya nükleer kıyameti 6 Ağustos’ta yaşatırken, Marmara Bölgesi de aynı ay içinde ve 11 gün sonra doğasal kıyameti yaşamıştı.
Doğanın en küçük parçacığı olan atomu “Pandora’nın kutusuna” hapis ederek kutunun içindeki savaş cini’ni istediği anda istediği yerde kullanan insan oğlu deprem denilen gücün karşısında ne kadar çaresiz ve korumasız bir durumdaymış. Ne yazık ki bu çaresizlik büyük ölçüde yine insan oğlunun kendi elleri ile yarattığı yağma kültüründen kaynaklanıyor.
Yaşamını sağlıklı ve yaşanabilir kentler için projeler üretmeye adamış ve hep yağmacıların karşısında olmuş rahmetli Oktay Ekinci’nin söylediği gibi “Depremin sadece çürük ve denetimsiz inşa edilmiş yapıları değil yıllardır iş bitirici ve kapkaççı davranışlara övgüler dizilen bir siyasal ortamın yarattığı yozlaşmış toplum yapısını da açığa çıkarttığı her geçen gün daha da çarpıcı örneklerle  gözlemlenebiliyor.“

 

timucinalpaydeprem

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

“Gördüğünüz sıkışmış arabanın üzerindeki yer binanın üçüncü  katıdır.Adapazarı’nda toprağın ne kadar yumuşak ve depremin yapılaşmaya uygun olmayan alanlarda nasıl bir yıkıntıya neden olduğunun en güzel kanıtıdır bu fotoğraf“

Yorum yazın