Çünkü sinema başka bir şey…
2012 Şubat ayı gezetemizde yer verdiğimiz Tarık Akan ile söyleşimizi sizlerle tekrar paylaşıyoruz.
Tarık Akan, her şeyi para olarak görmediği için dizilerde çalışmaktan pek hoşlanmadığını söylüyor. “Ama film olursa çalışırım; 24 saat durmadan çalışırım, 2-3 gece uyumadan çalışırım, çünkü sinema başka bir şey” diyor ve ekliyor: “Artık fırtına sonrası sessizliği yaşıyorum.”
Tarık Akan, anne ve babasının koyduğu adıyla Tarık Tahsin Üregül, bir abla ve bir ağabeyden sonra üçüncü çocuk olarak 1949 yılında İstanbul’da doğdu. Babasının albay olması sebebiyle Anadolu’da büyüdü. Ses Dergisi’nin düzenlediği artist yarışmasına ‘üçüncü bile gelsem beş bin lira alırım’ umudu ile katılıp birinci seçildi. Ve ilk filmini 1971 yılında çekerek Türk sinemasına hızlı bir giriş yaptı. Sonrasında kısa sürede Türk sinemasının en büyük oyuncularından oldu.
Aktör olmasının dışında Yıldız Teknik Üniversitesi Makine Mühendisliği ve Gazetecilik Enstitüsü’nde okudu ve bu bölümlerden mezun oldu. 2002 yılında “Anne kafamda bit var” isimli 1980’ler döneminden hayatının bir kesitini anlatan bir kitap çıkardı. 1991 yılında daha önceleri kendisinin de okuduğu Taş İlkokulu’nu satın alarak Özel Taş Koleji’ni kurdu ve bu alanda da başarılı oldu. Ali Nesin’den Nesin Vakfı’nın başkanlığını devralıp bir süre bu görevi de üstlendi.
Özellikle 70’li yıllarda Yeşilçam filmlerinde oynadığı “Ferit” karakteri ile bilinen Tarık Akan, sinema oyunculuğunun yanında siyasi görüşüyle de tanınıyor.
Sizi Tarık Akan olarak filmlerden tanıyoruz. Peki, Tarık Akan olmadan önce kimdiniz ve neler yapıyordunuz?
Babam albaydı. O emekli olduktan sonra evin geçimine katkıda bulunmak için düğün salonlarında müdürlük yaptım bir süre. Sonra bilet karaborsacılığı, işportacılık, sandalcılık ve Ataköy Plajı’nda cankurtaranlık yaptım. En çok da Bakırköy sokaklarında serserilik yaptım. Daha sonrasında Yıldız Teknik Üniversitesi Makine Mühendisliği gece öğretimini kazanınca okumaya başladım, gündüzleriyse çalışmaya devam ettim. Sonrasında mühendisliği bırakıp gazetecilik bölümüne geçtim, gazetecilik okurken bir yarışmaya katıldım ve bir baktım artist olmuşum. Serserilik de, karaborsacılık da bitti. Oyuncu olduktan sonrasını zaten biliyorsunuz…
Hiç yurtdışında filmde oynama imkânı buldunuz mu? Ya da böyle bir isteğiniz oldu mu o dönemlerde?
Evet oldu. Yurtdışında iki tane film yaptım ama bir işe yaramadı. Hatta bu filmler için çöllerde falanda çalıştım ama iyi filmler olmadı. Bazı filmler olmaz zaten, sinemacılık böyle bir şeydir. Ama yurtdışından aldığım bir ödülüm var, çektiğimiz ‘Yol’ filmiyle 1982 Cannes Film Festivali’nde Altın Palmiye ödülü almıştım.
Peki, gelecekte film projeniz var mı?
Ufukta proje var ama ismini açıklayamam.
GÜNDE 18 SAAT ÇALIŞACAK HALİM YOK ARTIK
Dizi oyunculuğunun popüler olduğu bir dönemdeyiz ama sizi bu dizilerde göremiyoruz. Bunun sebebi nedir?
Dizi çekmek çok zor bir şey, dizinin bir bölümü için günde 16 – 18 saat çalışıyorsun. Benim günde 18 saat çalışacak halim yok artık. Bir de dizinin bir sonraki bölümünü yetiştirebilmek için çekimler her gün oluyor, oyuncu için de gerçekten çok yorucu oluyor bu durum. Geceniz, gündüzünüz yok. Gecenin saat ikisinde sizi sete çağırabiliyorlar. Belki de ben o saatte uyuyorum ama gecenin o saatinde seni arayıp çağırabiliyorlar. Böyle bir şey hiçbir meslekte yok, olmamalı da. Ne zaman ki Türkiye’de emekçi hakları adam gibi bir sisteme oturur, ki ben bunun olacağına hiç inanmıyorum, o zaman dizi çekimleri insani bir şekil alır. Bir ülkede işe ne kadar emek, o kadar sömürü mantığıyla bakılmamalıdır. Bunun önüne de geçmek için emekçi ve işçi sınıfı bilinçlenerek hareket etmedikten sonra, bu sömürü olduğu gibi devam edecektir. Ben her şey para değildir mantığıyla baktığım için dizilerde çalışmak pek hoşuma gitmiyor. Ama film olursa çalışırım; 24 saat, 2 gün 3 gece hiç uyumadan çalışabilirim. Film başka bir şey. Ama dizi öyle değil; sürekli bir koşuşturmaca, bir yetiştirme çabası; bunlar yorucu şeyler.
‘OĞLUM BAŞARILI OLAMAZSA DİYE KORKUYORUM’
Oğlunuz da sizin gibi mühendislik okuyup oyunculuğu tercih etmiş. Siz de oğlunuzun bu kararına başta itiraz etmişsiniz, bunun sebebi nedir?
Neden? Çünkü Türkiye’de oyunculuk gerçekten çok zor bir şey. Yani öyle böyle değil, bunu anlatmakla da olmaz. Bu mesleğin renkli tarafları çok çekicidir, hele ki günümüzde gençlere bu renkli hayat çok daha cazip geliyor. Ama yine de ben oğluma bu konuda çok fazla karışmadım. Sadece bu mesleğin zorluklarını, yaşayacaklarını, kısacası kendi tecrübelerimi aktardım. Bu meslekte kendim çektiğim acıları, ıstıraplarımı anlattım, seçimini o yaptı. Barış oyunculuk denizine girdi, inşallah okyanusları aşar, benim yapamadığımı yapar. Hem oyunculuğunu hem de kendi mesleği mühendisliği birlikte yürütmesini istiyorum. Baba olarak başaramazsa diye korkuyorum, onun üzüntüsü benim üzüntüm olur.
100’den fazla filmde oynamış, çok tanınan ve sevilen birisiniz ama buna rağmen her dönemde magazinden uzak durmayı tercih ettiniz. Bunu yapmak zor olmadı mı ya da neden böyle bir şeyi tercih ettiniz?
Magazin basını beni çok sever, ben de onları… Onları hiç kırmam. Ne derlerse yaparım, çünkü onların görevidir bu. Onların görevi seni bir yerde sıkıştırıp, yakalayıp haber çıkartmak. Sen de yakalanmışsan haberi vereceksin. Kavga çıkartmak, terbiyesizlik yapmak bir sanatçıya yakışmaz. Bazen okuyorum gazetelerde bunları yapan sanatçıları, çok ayıp. Yaptığımız mesleğe yakışmaz, ben bunları yapmamalarını tavsiye ederim sanatçılara. Zaten bence magazinde çıkmak istersen çıkarsın. Magazincilerin yerleri belli, bekledikleri yerler belli, oralara gidersen magazinde çıkarsın. Sanatçı için bu da bir iştir, magazini kullanmak sanatçı için bir menfaattir. Fakat ben magazinle değil, yaptığım işlerle anılmayı tercih ettim, hâlâ da öyleyim. Buna ne kadar ekmek, o kadar köfte derler bizim oralarda.
‘ÇAPKINDIM AMA AŞKLA ÇOK GEÇ TANIŞTIM’
70’li yıllarda Yeşilçam’da Hulusi Kentmen’in oğlu Ferit’i canlandırıyordunuz. Ve babanız sürekli sizi çapkınlık yaparken yakalayıp ‘Ferit!’ diye bağırıyordu. O zamanlar gerçekte de çapkın biri miydiniz?
Evet, gerçekten çapkın biri olduğumu söyleyebilirim. Bakırköy- Ataköy plajında cankurtaranlık yapıyordum bir zamanlar. Sabahtan akşama kadar denizin içindesin; öyle bir ortamda çapkınlık yapmadan olur mu? Ama şu bir gerçek, ben bir şey yapmıyordum, kızlar beni beğeniyordu, numaradan boğulanlar bile oluyordu. Benim çapkınlıklarım çoktu ama gerçek anlamda aşkla çok geç tanıştım. Şimdi artık hareketli bir hayatın, doludizgin yaşanan bir gençliğin, bin bir sırla dolu aktörlüğün dinginliğini, fırtına sonrası sakinliğini yaşamaktayım…
Kadınların en sevdiği erkek sanatçılardansınız. Kadınlar günü de yaklaşırken sizin kadınlar hakkında ne düşündüğünüzü öğrenebilir miyiz?
Kadınlar için ne denebilir ki… Dünyanın en güzel çiçekleri onlar. Her bakımdan kokusuyla, görüntüsüyle, her şeyiyle nadide birer çiçektir kadınlar. Kadınlar dünyayı yaşanabilir kılan varlıklar, onlar için söyleyeceğim her şey eksik kalır.
‘OKUL BENİM OKSİJEN ÇADIRIM’
Sanatçılıktan, eğitimciliğe geçmeye nasıl karar verdiniz?
Onu anlatması çok zor ve karmaşık olur. Eğitimci olmaya nasıl karar verdim… Şu andaki Taş Okul Bakırköy’ün ilk ve tek ortaokuluydu, ben de oradan mezunum. Merkez ortaokuluydu orası benim zamanımda, 1975 yılında kapatıldı. O güzelim binayı depo olarak kullanmaya başladılar. 90’larda ben de burayı kültür sanat merkezi yaparım dedim, bütün sanat dalları içinde olsun istedim ve orayı kiraladım. Ancak arkadaşlarım, “orası tarihi eser, içiyle dışıyla oynayamayız” dediler. Bende bir “eyvah, 6 aydır kira veriyorum” durumu oldu. Çok samimi bir arkadaşım da burası önceden de okuldu, yapısını hiç bozmadan burayı okul yapalım dedi. Ben ne anlarım okul işletmekten ve okul işlerinden! Bana bu işlerden anlayan, ortak olabilecek bir arkadaş buldular, biz de onunla yüzde 50 yüzde 50 ortak olarak girdik bu işin içine. Sonra ben o arkadaşımdan öğrendim eğitimciliği, 5 yıl sonra o bütün hisselerini bana sattı, o gitti okul da tamamen bana kaldı. Oyunculuktan sonra okul benim için çok önemli oldu, orası benim oksijen çadırım, orada nefes aldığımı hissediyorum.
Bir de günümüzde Türkiye’nin önemli sorunlarından biri eğitim. Ben bu soruna küçük de olsa çözüm olmaya çalışıyorum. 1924’te Tevhid-i Tedrisat kanunu çıktı ama sonrasında eğitim sistemimiz inanılmaz bir şekilde bozuldu ve hâlâ eğitim düzgün bir sisteme oturtulamadı. Bir ülkede eğitim ciddi şekilde ele alınmadığı zaman ülke yozlaşır ve dağılmaya başlar. Benim okulumda eğitim konusunu çok ciddiye alıyoruz. Bizden mezun olan çocuklar başarılılar ama başarılı olmaktan önce onları biz iyi birer insan olarak yetiştiriyoruz.
Türkiye’nin son 40 – 50 yıllık dönemine şahit oldunuz. Sizce Türkiye yaşamsal, kültürel ve sanat anlamında nasıl bir gelişim içerisinde?
Kültür, toplumun yaşayış ve düşünüş tarzıdır. Bizim, sanatçıların bütün amacı bu ülkede yaşayan 75 milyon insanın kültürünü, zevklerini bir ölçüde yukarı çıkartmak, onları biraz olsun aydınlatmaktı. Fakat artık Türkiye bu konuda hiçbir gelişme göstermiyor, hatta hiçbir gelişme göstermediği gibi var olduğundan da geriye doğru gidiyor. Ne tiyatro ne sinema ne kültür merkezleri… Anadolu’da, büyük şehirlerde hiçbir şey yapılmıyor bu ülkede. Kültürün k’sı bile konuşulmuyor. Çünkü iktidarın hoşuna gitmiyor. Kültür insanı bilinçlendirir, bilinçlenen insan da bu iktidardan uzaklaşır. Onun için de ülkemizde kültür adına, insanları bilinçlendirmek adına hiçbir şey yapılmıyor.
Eğitimi doğru bir şekilde ele almazsanız ülke yozlaşır. Biz Taş Mektep’te öğrencilerimizi her şeyden önce iyi bireyler olarak yetiştiriyoruz.
TARIK AKAN TÜRKİYE / ALMANYA FİLM FESTİVALİ ONUR ÖDÜLÜ’NÜ ALIYOR
Türkiye/Almanya Film Festivali, sinemaseverleri 1 – 11 Mart tarihleri arasında 17’nci kez Nürnberg’e davet ediyor. Festivalin bu yılki Onur Ödülü, Türkiye’de sinema sanatının gelişimine ve uluslararası alanda tanınmasına yaptığı kalıcı katkılarından ötürü Tarık Akan’a veriliyor. Türkiye sinemasına damga vuran birçok filmde rol alan sanatçının, bu başyapıtların uluslararası alanda tanınmasında büyük payı var. Akan, özellikle 1982’de Cannes’da Altın Palmiye Ödülü’nü kazanan “Yol” filmindeki rolüyle Almanya’da da sinema severler tarafından tanınıyor.
ANADOLU ÇOCUĞUYUM BEN, YÜZMEYİ BİLE NEHİRDE ÖĞRENDİM
Denizi ilk kez 16 yaşındayken görmüşsünüz ve bir gün sabahtan akşama kadar denize bakmışsınız. Denizi geç yaşta tanımanın etkisiyle denize karşı özel bir ilginiz oldu mu?
Denizi bilmiyordum ki o yaşlarda! Anadolu’da büyüdüm ben, yüzmeyi de nehirde öğrendim, Kayseri Sarımsaklı Nehri’nde. Babamın tayini çıkınca İzmit’e geldik. O kadar büyük bir su birikintisini hayatımda ilk defa gördüğüm için, sabahtan akşama kadar Körfez denizinden gözlerimi alamadım. Bu kadar büyük bir su birikintisinin nasıl olduğunu aklım almadı. Oranın körfez olduğunu ve daha büyük denizler, okyanuslar olduğunu daha geç öğrendim. Fakat yine de denize karşı özel bir tutkum olmadı.
ÖDÜLLERİ
1973’te ‘Suçlu’,
1978’de ‘Maden’,
1984’te’Pehlivan’,
1989’da ‘Üçüncü Göz’,
1990’da ‘Karartma Geceleri’
Filmlerindeki rolleriyle ‘En İyi Erkek Oyuncu’ seçilip ‘Altın Portakal’ alır.’Karartma Geceleri’ filmindeki rolü ayrıca bir de ‘Altın Koza’ kazandırır ona.