Balkon

2 türlü “balkon” var bildiğim; biri binaların dış cephelerinde yola ya da bahçeye bakan eklentiler, diğeri de performans sanatlarının sergilendiği kapalı salonlarda sahneyi yukarıdan gören özel bölümler.

TEM üzerindeki bir yapıda şöyle bir pankart var boydan boya “Balkonda yerinizi alın”…

Müteahhit TEM’i “sahne” olarak görüyor olacak ki medarı iftiharına da “balkon” diyor. Oysa o binayı şöyle 90 derece çevirse kat sahipleri biraz yeşillik görecek, bir 90 daha döndürse hem yeşil hem de üst katlarda yeşile ek olarak biraz mavi de olacak yaşamlarda.

Evler insanların garları. Gün boyu oradan oraya koşuşturan yorgun vagonlar akşamın bir vakti peronlarına atıyorlar kendilerini, sonraki sabahki depara kadar. Çoğu saatlerce süren yolculuklardan sonra varıyorlar evlerine ve eminim ki TEM sahnesinin hemen üstünde değil de 500 metre içeride olsalar yaşamları çok daha zorlaşmayacak.

Mesela büyük şirketler, görünmek isteyen firmalar, finans kurumları, hatta belki alışveriş merkezleri olabilir ana arterlerin yakınlarında; ama evler değil, okullar değil, hastaneler değil çünkü kentlerin sindirim sistemlerinde yer yok huzur ve sessizlik açı yapılara.

Dayatılıyor hormonlu değerler, insanlar görmek istediklerine değil bakmaları istenilen şeylere döndürülüyorlar. Dikine çıkmak, üstünden bakmak, önüne geçmek yarışı var her yerde. Baskın unsur da görünmek ve görülmek. Dikkat edin iş hayatında ya da sosyal ortamlarda bu görünme/görülme durumu isteyerek yapmak ve keyif almanın önüne geçmiş durumda. Pazar araştırmaları, müşteri ilişkileri yönetimi, ürün geliştirme filan aslında çoğunlukla gidilmesi planlanan yöne doğru ya da sadece diğerleri böyle yaptığı için onları izlemek yolu ile yapılan işler. İşgücü maliyeti rekabetten dolayı batmaya mı başladı, haplaştır ürün ve hizmetlerini; ana ürün/hizmetinde para mı kazanamıyorsun, hemen çoğunluğun gereksinimi olmayan ama kar marjı yüksek ek ürünler yapıştır ürün/hizmetine.

Aslında doğru ve anlamlı değerler yaratmak gerek, mevcutları anlamsızca değiştirmek, hatta bozmak yerine. Her hap kötü, her bina yanlış değil tabii ama gizli amaçları sahte önyüzlerle pazarlamak ayıp gerçekten.

PARTER*

Karadeniz kıyısında küçük bir lokanta var, bir dostumun 3 yıl önce tanıttığı. Bu yıla kadar hepi topu 2 kez gitmişken sadece bu yılın haziran – ağustos döneminde on kez gittim oraya. Geçen haftaya kadar hep balkonunda idik, balkon derken lokantanın ana mekanı. Ama o balkon sadece 1.5 metre aşağıdaki denizin ve kumsalın üzerinde olunca en çekici ve davetkar balkonlardan biri oluyor doğal olarak. Sürekli balkonda, hep sahneye yukarıdan bakarken son gidişte artık davete icabet göstermek gerek deyip kumsala kurdurduk masayı. Ayaklar kısmen kum, kısmen deniz suyu, gün hafiften batmakta, siparişler ilkokul çocuğu seviyesinde: “Bi badadüez kızartması daha Amca; bi de ketçap!” “Amca” Tuncelili ama hemşerilisi dahil olmak üzere kimseyi beğenmiyor ülkede; Amca da masanın üyesi en sonunda. Etraftaki diğer insanlar da kısmen balkon, kısmen parterde. Ama kimse kimse ile ilgilenmiyor, çocuğu ile denize giren de var, sevgilisi ile romantik yapan da, bizim gibi kalabalık gelip hoş sohbetler yapan da. Çin balonları uçuran birilerinin balonlarını lazerle mıhlıyoruz mesela, buna bile bir şey demiyor kimsecikler; gece yarısında denize girip affedersiniz üzerimdeki mayo ile evime gitmemi yadırgayan da yok. Kimse kimseyi tanımıyor ama kimse diğerine rahatsızlık vermiyor; orada yalnız olmadığınızı biliyorsunuz ama en ufak bir gerilme ya da tedirginlik yok.

Zıt durumlar için sevdiğim bir söz “Sonunda yapayalnız kalmayı yaşamdaki en kötü şey sanırdım. Değilmiş! Yaşamdaki en kötü şey en sonunda size yapayalnız olduğunuzu hissettirecek insanlarla baş başa kalmakmış.”

Ne tesadüf ki bu sözlerin sahibi Robin Williams bizim balkondan sahneye indiğimiz o akşamın sabahında; “Yaşamlarınıza bir de buradan bakın” diyerek parterden masaların üstüne çıkarak yine şaşırttı öğrencilerini.

Görüşmek üzere…

“Tiyatro, sinemada sahnenin bulunduğu ilk kat”*

 

Yorum yazın