Üsküdar, Salacak ve Kız Kulesi

SABAH erkenden kalktım ve ilk işim camdan dışarı bakmak oldu. İstanbul’un yağışlı, gri ve asık suratlı havası gitmiş, pırıl pırıl güneşli bahar havası geri dönmüş. Güneş geri dönünce bahara uygun olarak gezme duygularım da harekete geçti.
Karşımızdaki yüksek binadan üç dört tane martı havalandı çığlıklar ile denize doğru uçmaya başladılar… Haaaa demek ki bize de deniz yolu göründü dedim. Ve birden büyük usta Orhan
Veli’nin dizeleri geldi aklıma;

Gün olur, alır başımı giderim,
Denizden yeni çıkmış ağların kokusunda.
Şu ada senin, bu ada benim,
Yelkovan kuşlarının peşi sıra.

Sevgili Orhan Veli, senin bu güzel dizelerine İstanbul’da en uygun gidilecek yer denizin tam ortasında Boğaz’ın başlangıcında aşkların, âşıkların kutsal mekanı Kız Kulesi olsa gerek.
Çok uzun süre olmuş bir belediye otobüsüne binmeyeli. Binersin Üsküdar otobüsüne ak sakallara hürmeten genç bir delikanlı yer verir oturursun kaptan köşkü gibi en önde…Serin serin klimalı otobüs ile seyirli bir güzergahtan sonra varırsın Üsküdar Meydanı’na.
Aman aman ne meydan. Nerede o eski Üsküdar meydanı, nerede bu mezbelelik. İnsan bu manzara karşısında gerçekten üzülüyor. Neyse biz gözlerimizi denize çevirip sahil sahil yürüyelim…Önce Kanaat Lokantası’nın önünden geçip (içerideki muhteşem yemeklere bakmadan) kendimizi sahil şeridine atıyoruz.
Biraz sonra meydanın bunaltıcı ağır havasından kurtulup deniz ile Boğaz’ın mavi suları ile yüz yüze kalıyorsunuz. Karşınızda eski tarihi yarımada; Sultanahmet, Ayasofya, Topkapı, Süleymaniye biz buradayız ve biz İstanbul’uz diyor.
Beyazıt Kulesi narin bir mücevher broş gibi sisler arasından süzülüyor. Bu yanda Galata Kulesi sanki Cenevizliler yarın limandan Venedik’e giden gemilere İpek Yolu’ndan gelen malları yükleyecek gibi.
Kulelerden söz edince Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun dizelerini aktarmadan olmaz;

“İstanbul deyince aklıma kuleler gelir.
Ne zaman birinin resmini yapsam öteki kıskanır.
Ama şu Kız Kulesi’nin aklı olsa, Galata Kulesi’ne varır.
Bir sürü çocukları olur”

Bu noktadan nereye bakarsanız bakın eski İstanbul sizi kucaklıyor. Arkanızda Çiçekçinin güzel panoraması. Salacak, minik minik yeşil alanlar, yenilenmiş ahşap konaklar sizi cumbalı zamanlara davet ediyor.
Öyle ise biz de kaçıp gidelim o zaman tünelinden ve kendimizi Kız Kulesi’ne atalım. Kız Kulesi; İstanbul Boğazı’nın orta yerine kurulmuş, kendi küçük, şöhreti büyük, nice sevdalara, nice şiirlere ilham olmuş, yıllara meydan okuyan bir simge…
Bakın “yapı” demiyorum “simge” diyorum… Çünkü ona yapı demek onun gizemini, büyüsünü ve şiirselliğini alıp götürür. Çünkü o İstanbul’da yaşayıp İstanbul’a âşık olanlar için kimi zaman sisler arasında kalan, kimi zaman gün batımında mahzunlaşan, kimi zaman rengarenk ışıklarıyla her göreni kendine âşık eden minik bir İstanbul’dur.
Kız Kulesi’ne çıktığınızda bir an için kendinizi İstanbul isimli büyük bir geminin kaptanı zannediyorsunuz. Bu gemi o kadar sihirli ki yukarıdan Boğaz’a baktığınızda Boğaz bir nehir gibi Çanakkale’ye doğru akıyor… Bir tur atıp aynı yere geldiğinizde Boğaz yön değiştirmiş de gerisin geri Karadeniz’e doğru akıyor hissine kapılıyorsunuz.
Kim ne derse desin, İstanbul’un hangi noktasında olursanız olun, kendinizi bu kentin kalbinde hissedeceğiniz tek yer Kız Kulesi’dir. Ben uzun süre kuleden inmedim ve İstanbul’u seyrettim… Hülyalı bakışlar arasında dedim ki “ayna ayna söyle bana Constantinople’den daha güzel bir yer var mı?” Deriiiin bir sessizlik oldu… Sakin sakin yükseklerde uçan bir martı ipeksi kanadından bir tüy bıraktı anlayanlar anlasın der gibi…
Tüm yıkımlara rağmen kırk kocadan arta kalsa bile güzelliğini kaybetmeyen bir kentin parçası olmak onun içinde kaybolmak her şeye değer… Size de öneririm çünkü; gün olur, alır başınızı gidersiniz denizden yeni çıkmış ağların kokusu peşinden…

Yorum yazın