Yeni yüzyıl, eski yüzyıl…
ZAMAN ne çabuk geçiyor… Bütün dünyanın “Milenyum”u büyük coşkuyla karşıladığı yılbaşını dün gibi hatırlıyorum. Aradan 14 yıl geçmiş, milenyum başında doğan Z kuşağının ilk çocukları 14’üne bastılar artık. Biz de 14 yıl daha yaşlandık, biraz daha eskidik…
Bu yüzyıl teknolojinin at koşturduğu ve hepimizin hayatına girdiği ve hatta yön verdiği bir yüzyıl. Sosyal medyadan etkilenmeyen, benim gibi birkaç “Dinozor” dışında, hiç kimse kalmadı. Artık dünyanın bütün ülkeleri, çok uluslu şirketler ve mahalle bakkalları bile bu sosyal medyanın bir parçası haline geldi. Artık bütün toplumsal eylemler de bu platform üzerinden örgütlenip yürütülüyor, politikacılar halka buradan ulaşmaya çalışıyor…
Yeni yüzyıl bilgiye ulaşmayı çok kolaylaştırdı. Gazeteciliğe daktilo döneminde başlamış olan ben bile, artık internetin kolaylıklarından yararlanmayı öğrendim. Yeni yüzyıl gazeteciliğe bu anlamda çok şey kattı. Ama bu kolaylık, dünyayı bilmem ama Türkiye’de gazeteciliği neredeyse bitme noktasına getirdi. Biraz da toplumsal gelişmelerin etkisiyle, artık gazetecilik sadece ajanslar ve sosyal medyanın söylediklerini tekrarlayan yavan bir meslek haline geldi. Ama bu gazeteciliğin biteceği anlamına gelmez, halkın bilgi alma özgürlüğü olan her ülkede ve platformda gazetecilik gelişmeye devam eder. Son yıllarda hızla gelişmeye başlayan internet gazeteciliği de bunun göstergesi…
Benİm yüzyılım
Şöyle bir teraziye vurunca; ben kendimi bu yüzyılın değil, eski yüzyılın insanı olarak görüyorum.
“Su akar güldür güldür/Gel de yâr beni güldür” türkülerinin söylendiği eski yüzyılı, derelerin artık akmadığı, akanların da yakında akmaz hale geleceği yeni yüzyıla tercih ediyorum.
20.yüzyıl, çok yüzü ak bir yüzyıl değildi, kabul ediyorum. İki dünya savaşı yaşadık, milyonlarca insan öldü. Mussolini’yi, Hitler’i, Stalin’i gördük, soykırımlar ve zulümlere tanık olduk. Ama insanlık acılarından ve kendi küllerinden doğup yeni yüzyıla ulaşmamızı sağladı.
Eski yüzyıl devrimlerin yüzyılıydı; Lenin ve Atatürk’le başlayıp Mahatma Gandhi, Che Guevera ve Fidel Castro’yla yaşanan dönüşümlerin yüzyılı…
Eski yüzyıl sinemanın yüzyılıydı. Sessiz filmlerden, renkli sinemaskop filmlere evrildiğimiz bir dönem. Laurel – Hardy ile başlayıp, “Casablanka”da Humphrey Bogart ve “Baba”da Marlon Brando’yla, Marilyn Monroe ve Brigitte Bardot ile tanıştığımız yıllar…
Türkiye’de Muhsin Ertuğrul’un başlattığı macerada, Ayhan Işık, Belgin Doruk, Türkan Şoray, Yılmaz Güney, Cüneyt Arkın, Şener Şen ve burada adını yazmaya yer bulamadığım yüzlerce yönetmen ve oyuncuyla tanıştığımız dönem…
Müzik çok bilgili olduğum bir alan değildir; ama geçtiğimiz yüzyılda Beatles’ın, Pink Floyd’un, Bob Dylan’ın ve yorumlarını çok sevdiğim Joan Baez’in en azından benim yaşamıma etkilerini yabana atamam. Ruhi Su, Cem Karaca, Barış Manço ve Neşet Ertaş’ı unutmak mümkün mü?..
20.yüzyıl edebiyat çağıydı. Ben sadece tanıyabildiklerimden bazılarını anayım. Çanların kimin için çaldığını hatırlatan Ernest Hemingway, insanlığın düşüşüne işaret eden Albert Camus, Kafka, Maxim Gorki, “Yüzyıllık Yalnızlık”ı insanlığa armağan eden Gabriel Garcia Marquez ve daha niceleri…
Ve bizim edebiyatçılarımız; Sait Faik, Orhan Kemal, Orhan Veli, Kemal Tahir, Yaşar Kemal, Fakir Baykurt; daha hangisini sayayım ki, yüzlerce isim var. Elbette dünya ozanı Nazım Hikmet’i baş köşeye koymak gerekiyor; ben de öyle yapıp sözü noktalıyorum: Yeni yüzyıl gerçeğin yüzyılıysa eski yüzyıl romantizmin yüzyılıydı. Bırakın ben de romantik kalayım. Esen kalın.