Seyahatname
EYLÜL ortası – ekim ortası arasında 4 ayrı Avrupa ülkesine gittim, hepsi iş ile ilgili ve en uzunu 3 günlük yolculuklardı bunlar. Hepsi nüfusu yaşlanan, kısmen ekonomik durgunluk içinde, hepsinin toplam nüfusu belki bir Marmara Bölgesi kadar etmeyecek ülkeler…
Güzel yerler gördüm, güzel insanlar tanıdım, işle ilgili güzel görüşmeler yaptım filan ama bu yazıda yaptıklarımdan çok yapmadıklarımı, görmediklerimi yazmak istedim nedense.
Öncelikle hiçbir harcamam için “pahalı mı?”, “kazık mı attılar?”, “doğru olabilir mi bu?” diye düşünmedim.
Kendim araç kullanmasam da bindiğim hiçbir vasıtada trafiğe sinirlenmedim, öndekine kızıp, yandakine ters ters bakmadım.
Gitmeyi istediğim hiçbir yere ne geç kaldım, ne de zamanından çok önce gittim.
Günde ortalama 7-8 km yürüyüp toksinlerimi attığım, kafaca değil bedence yorulduğum için akşam yatağa uzandığımda kafamda bin bir düşünce ile sağ-sol dönüş hareketleri yapmadım.
İşime saygı, ülkeme ilgi duyan insanlar ile bir arada olduğum için ne sektörüm ne de ülkem hakkında karamsar, kuşkulu, şüpheci olmadım.
Yanımda götürdüğüm tüm giysiler ve ayakkabım gittikleri gibi döndüler, ne bir leke, ne bir çamur, ne de “eyvah bu şekilde giyemem” endişesi oldu.
Gittiğim tüm kentler bir sürü proje geliştirmeye uygun olsa da mesela her köşe başında bir inşaat, her sokakta iş makineleri ve kamyonlar, her caddede değişen kaldırım taşları filan da görmedim.
Önceden de bildiğim ve “bir gün yine gelirim” dediğim her yeri bıraktığım yerde ve bıraktığım şekilde bulduğum için “Yazık olmuş, ne zaman kapandı, başka bir yerde açtılar mı, biliyor musunuz?” diye soracak bir yeni işletmeci bulamadım.
Sokak köpekleri ya da çöp kutusu karıştıran kediler görmedim, buna karşın hiçbir evcil hayvana “kışt, hoşt, pist” demeden, sahiplerine ters bakmadan onları her türlü mekâna alan iş yeri sahipleri gördüm.
Gittiğim kentlerden birinde mülteciler ile ilgili çok kalabalık, geniş katılımlı bir yürüyüş vardı. Bu korteji eş hızda adımlarla takip eden kalabalıkça bir polis grubu da orada idi. Ben gruba ve de polislere eşlik ettim en gamsız ve tarafsız halimle. Öte yandan ne boğazım yandı, ne gözüm yaşardı, ne de her an uzama planları yaptım.
Gittiğim diğer bir kentte kalacağım otele geç saatte giriş yaptım, daha da geç bir saatte biraz açılayım diye civarda yürüyüşe çıktım, saat gece yarısını çoktan geçmiş olmasına rağmen gençlerin, sevgililerin, akşamcıların yollarda olmasından ne kendim, ama daha da önemlisi ne de onların adına hiçbir endişe duymadım.
Bir başka kentte kahvaltı için her sabah aynı kafeye gittim. Her sabah farklı insanlarla birlikte bulundum orada ama neredeyse o insanların hiçbiri selam vermemezlik etmedi, surat asan ya da gürültü ile cep telefonu ile konuşan da yoktu orada.
Gittiğim havaalanlarında, ziyaret ettiğim müzelerde, bir kap sıcak kahve ya da ufak bir yiyecek almak için kuyruğa girdiğim hiçbir sırada yandan, arkadan, önden kim ne yapacak endişesi duymadım, haklarım konusunda tedirgin olmadım.
Son yolculuğumun sonunda İstanbul’a dönüş uçuşum için havalimanına geldim, polis kontrolünden geçtim, görece az kalabalık bir köşede oturacak bir yer buldum ve o anda telefonum çaldı. Arayan iş de yaptığım bir dostumdu, o anda ülkemde ne oluyorsa binlerce kilometre uzakta hepsini yaşadım, bir anda % 100 milli oldum, o origami çarpmış araba prototipi gibi her yanıma bir şeylerin yapışmış olduğunu hissettim birden…
Noam Chomsky 2011 yılında yazdığı bir makalede “Toplumun büyük bir kısmı edilgen, kayıtsız, tüketimciliğe yönelmiş, savunmasıza karşı öfkeli olduğu sürece güçlüler dilediklerini yaparlar, toplumun ayakta kalan üyeleri de sadece olan biteni izlemekle yetinirler” demişti.
Umarım biz de bir gün çoğunluğu etkin, duyarlı, en az tükettiği kadar üreten, en az yaptığı kadar düşünen; yaşlı ama huzurlu ve sükûnet içinde yaşayan bir toplum ve her gelenin ardından güzel yazılar yazdığı bir ülke oluruz.
Görüşmek üzere…