Saatli marifet takvimi

YABANCI firmalar ile iş yapıyoruz ve doğal olarak onların çalışma günlerini bilmek, takip etmek durumundayız. Yerel piyasada çalıştığımız şirketlerin de kendi yurtdışı ofisleri üzerinden götürdükleri süreçler var ve bizim de içinde olduğumuz bu süreçler o yurtdışı ofislerinin çalışma ve tatil günleri ile doğrudan ilintili.
2015 yılı içinde Türkiye’de 9 ayrı resmi tatil var. Bu sayı Polonya’da 12, Meksika’da 15, Sri Lanka’da ise 26 mesela. Çalışma günleri sayısı, çalışma saatleri, yıllık izinler açısından da çok farklı değiliz dünya ülkelerinden. Yani resmi tatil çeşitliliği açısından hiç de zengin değiliz hatta belki dünya ortalamasının da altındayız.
Ama gel gelelim yıldönümü çeşitliliği açısından belki de dünyanın en önde gelen ülkelerinden biriyiz.  Bir gün yok ki o günde daha önceki yıllarda yaşanmış, üzüntüyle, acıyla, öfkeyle anılan bir yıldönümü olmasın. Her türlü kazalar, toplu ölümler, acı kayıplar, kamuoyunun büyük ilgisini çekip suçlu-suçsuz yüz binlerce insanı içine almış davalar, hem Batı’lı hem Doğu’lu olma çabalarında her iki dünyanın da kutlamalarına eşlik etmeler,  önemli politik ve ekonomik tarihler, karakterler fazlasıyla yüceleştirildiği için kendilerinin doğum, ölüm yıldönümleri vs.
Bir de dünya ekonomik sisteminin empoze ettiği, temelinde tüketim özendirilirken israf ve kaynak kaybını pompalayan günler…
Yani duvardaki takvimin her yaprağında “yalancı baharın ilk günü”, “kocakarı fırtınasının son günü” ya da “çiçekler tomurcuklanmaya başlar”dan çok daha öncelikli olaylar var, belki çoğu oraya yazılmayan.
Neden bu kadar tarih yazmaya meraklıyız? Neden her olayı tarihe nakşediyoruz? Ya da tarih bizden bu kadar çok nakış yapmamızı istiyor mu gerçekten?
Üstelik bu yıldönümleri artarak birikirken bazılarının adı değişiyor, bazıları bilerek ya da bilmeyerek önemsizleştiriliyor, bazıları ise dolaşımdan kalkıyor, yerlerini yenilerine bırakmak üzere.
Büyüklerimin çok sevdiğim bir sözü var, özellikle beklenmedik bir yaramazlık ya da patavatsızlık yapıldığında “Ne halt ettin sen öyle!” diye. Tarih mi yazıyoruz, halt mı ediyoruz, ayırdına varmak zor gerçekten.
Öte yandan bu dinamizm ve çeşitlilik yazılı ve görsel medya, sivil toplum örgütleri, siyasiler, akademi,  kentlerdeki meydan ve buluşma yerleri için önemli bir hammadde, olmasaydı ne yapardık türünden.
Her yıldönümünde bir insan karakteri veya bir insanın yaptıkları olduğu ve her şeyin başı insan görüşünde olduğum için kendimle çelişiyor olabilirim ama sanki biraz fazla tarih odaklıyız gibi geliyor. Bu aşırı odaklılık hammadde eksikliğinden, gündem boşluğundan ya da yaratıcılık noksanlığından mı bilemiyorum.
Oscar Wilde’ın çok güzel bir sözü var: “Çağdaş takvimlerin çoğu her günün aslında geçmişteki muazzam derecede yavan bir olayın yıldönümü olduğunu anımsatıp yaşamlarımızın tatlı sadeliğinin tadını kaçırıyorlar.”
Tarih ile fazla iç içe geçmiş yaşamlarda kişinin tarihe tutsaklığı, ya da daha kötüsü tarihin kişiye tutsaklığı söz konusu olmaz mı?
Aslında o takvimlerde ne yazıyorsa yazsın, toplum neyi anıyorsa ansın, her takvim yılında belirli sayıda gün var ve o günlerde geçmişte nelerin olduğundan çok aslında o günlerde sizin neler yaptığınız önemli.
Hayatım boyunca diyet yapmadım, yapamadım; aç kalamayacağımdan ya da kilo vermek veya daha sağlıklı olmak istemediğimden değil; o kurallara, önceden belirlenmiş menülere tabi olmak istemediğimden. Yaşam bir kibrit kutusu büyüklüğünde peynir ya da çorba kaşığını dolduracak kadar iç fındıktan çok daha gelişine, kaotik, bu özellikleri ile de rengarenk ve heyecan verici bir süreç.
Ne mi isterdim? Belki tek bir şey: Aptalca, düşüncesizce, plansızca ve sorumsuzca olan her şey sona ersin, bitsin ki acılar dinsin, olmasın ki anılacak bir gün haline gelmesin. Gerisi teferruat, isteyen istediğini ansın, bana ne!
Hepinizin yeni yılını kutluyor, 2015’in sağlık, mutluluk, barış ve huzur dolu bir yıl olmasını diliyorum.
Görüşmek üzere…

Yorum yazın