Kış
KIŞ yüzünü gösterdi. 5 gündür kar yağıyor. Son günlerde hastalık ve yaşlılık etkisi ile bir tür inziva halinde yaşarken bu hava daha da miskinleştirdi. Feyza kardeşim mektup yazmadan bir şeyler yazıp göndereyim diye KIŞ başlığını atıp “kaydet’i” tuşladım ki 2010, 2011 ve 2012’de değişik başlıklarla KIŞ yazısı yazdığımı gördüm. Geçen yılların hafızalardan silmiş olacağı ümidi ile bir tanesini, küçük bir iki tadilâtla tekrar takdim ediyorum.
David Bey’in ayrılması sebebiyle, “en yaşlı yazar” konumuna gelmem psikolojimi bozdu. Orta yaşlıların arasında ne güzel kaybolmuştum oysa…
Oldum olası kış mevsimini sevmem. Soğuktan fazla etkilendiğim için değil. Doğu’da ne kışlar gördüm.
O zamanlar “vicdanî red”, “bedelli” filan yoktu, seve seve aslanlar gibi askerlik yapılırdı, eksi 42’lerde.
Öncelikle mavi gökyüzünü çok sevmemden olsa gerek diye düşünürüm kış karşıtlığımı. Gri hatta zaman zaman füme renkli gökyüzü çok etkiler beni, karamsar olurum onun rengi gibi. Ayrıca su seven bir insan olmama rağmen yağmur sevmem, kış denen mevsim de kurak olamaz ya, bir kış sevmeme sebebim de bu olsa gerek. Giyim hususunda da takıntılarım vardır. Kazak, kaşkol, eldivenler ve şemsiye! Nefret ederdim. Bir iki sene öncesine kadar başıma bir şey giymedim. Paltom yoktu. Hepsi mazide kaldı.
Ailede “Büyük Ev” diye anılan Süleymaniye’deki doğduğumuz evde (bir konağın selâmlık bölümü idi ) kışlar bir hayli zor geçerdi. Yaşanan bölümde, büyük bir çini sobada odun yakılır ve yanan odunların koru büyük pirinç (galiba) mangala alınarak kocaman mekân ısıtılırdı. Yaşam uyku saati dışında orada geçerdi, geri kalan bölümlerin nasıl ısıtıldığını hatırlamıyorum. Diğer bölümlerde muhafaza edilen babamın rengârenk balıklarının yaşadığı akvaryumun suyu donmuş, faaliyeti devam eden soba canlandırılıp üzerinde ısıtılan sularla eritilip, ölümden kurtarılmışlardı. Mutfakta donan zeytinyağı şişelerinin de zaman zaman çini sobanın arkasında erimeye bırakıldığını hatırlıyorum. İlerleyen yıllarda oturduğumuz apartman dairelerinde de sobalı hayat devam etti. Geniş bir hol üzerinde 3 – 4 odası bulunan apartman dairesinde, kömür sobası hole kurulur kullanım ihtiyacına göre, nöbetleşe açılan odaları da ısıtırdı. Biz sobanın sönük halini görmezdik. Sabah sobanın üzerinde kızaran ekmeklerin kokusu ile uyanır ve kahvaltı masasına otururduk. Sevgili anacığım Yaşar Hanım, bu işler için sabah saat kaçta kalkardı bilmem. Onun soba marifetleri ekmek kızartmaktan ibaret değildi, kebap kestane, çevire çevire kızarttığı tepsi böreği ve tel kadayıfının da tadına doyum olmazdı. Rahmet diliyorum, nur içinde yatsın fedakâr kadın. Sonraki yıllarda bize hem analık hem de babalık yaptı.
İstanbul kışlarında kar diz boyunu geçerdi. Kimin umurunda? Okullar genellikle yürüme mesafesinde. Daha uzaksa atlarsın tramvaya. Ne zincir takmak ister ne de akşam radyatör suyunu boşaltmak, o zaman daha antifriz icat edilmemişti çünkü, zaten kimsenin arabası da yoktu.
Delikanlılığa ulaştığımız dönemde, gece Samatya’dan Aksaray’a tramvayla gelir, yürüyerek Atatürk Bulvarı’ndan Saraçhane’ye ve oradan Vefa’ya boza içmeye giderdik. Aramızdan sesi müsait olanlar tenha sokaklarda keten helvacı mânileri söylerdi, çok kere camlar açılır, ”keten helvacı” diye seslenilir, aşağıdan cevap alınamayınca, içerden ağlayan çocuk sesleri gelmeye başlardı. Böyle eğlenirdi gençlik… Bazı günler okul asılır, Ortaköy – Aksaray tramvayı ile Yıldız Parkı’na gelinirdi, karlı havadaki güzelliği anlatılmaz. Hava park için uygun değilse, Harbiye – Aksaray tramvayı ile 11.00 matinesine Atlas Sineması’na. Grip salgını nedeniyle, devamsızlıktan okulların tatil edilmesi, çok kere Atlas Sineması balkonunda, okullar arası dayanışma kararı alınarak temin (!) edilirdi.
Bunlar Dolçe Vita döneminin kışlarıydı. Vatan borcu dönemi, Ağrı kışlarını ise “Sibirya Soğuğu” başlıklı yazımda anlatmıştım. Bir dönem kaldı, 60’lı yıllar ve ötesi… Sağ olursam onu da gelecek kış başında yazarım… (Demişim, hoşgörün!..)
Başa dönersek şöyle veya böyle ben kış sevmem, güneşli mavi bir gökyüzü, hafif giysiler, ıslanmamış pantolon paçaları ile başkadır yaz günleri…