Harem & Ben
1973 senesinden en taze anım gözüm gibi baktığım Metin Kurt forması, beyaz şort ve siyah kramponlarım.
1988’de kısa süren bankacılık maceramı bitirip sigorta sektörüne kalıcı olarak dönüşüm ve evlenip 20 senemin geçtiği aile evinden çıkışım.
2016 yılı henüz bitmedi, şu ana kadar iz bırakacak bir şey de yaşamadım bu yıl ama umarım kalan dört ayda bulurum iyi anımsanacak herhangi bir şey…
Anadolu’dan İstanbul’a dönerken mesela “İstanbul 100 km” diye bir yol kenarı levhası gördüğünüzde bu bulunduğunuz noktanın Harem’e olan mesafesidir diye biliyorum, en azından 10 yıl öncesine kadar böyleydi.
1973 yılında Moda-Bahariye arasında yaşıyordum, olsun olsun Harem’e 3,5-4 km mesafe sahil yolundan. O yıllarda istisnalar hariç tüm zamanım Moda, Bahariye, Fenerbahçe, Haydarpaşa arasında geçmekte idi.
1988’de ise Turşucu Deresi’nde idim, Harem’e uzaklığım kabaca 10 km’ye çıktı. Dahası birkaç yıl öncesine kadar adını bile bilmediğim Kozyatağı, Sahrayıcedid, Tüccarbaşı, Esentepe, Gülbağ vs zamanımın neredeyse tamamını geçirdiğim yerler haline gelmişti. Sadece benim de değil, yaşam yolunda benzer şeyler yaptığımız tüm akranlarımız da oralarda idi. Oturduğum ev yatayda Suadiye & Bostancı; dikeyde Bağdat Caddesi ile Minibüs Caddesi arası; son derece stratejik bir noktadaydı.
2016’da ise Uskumruköy’deyim. Harem’e kuş uçuşu bile 30 km olan bu bölgede 17 yıldır oturuyorum. Evden çık, 2 km ‘dümdük’ git Karadeniz’desin. Bu dönemin favori semtleri de Armutlu, İstinye, Çayırbaşı, Ferahevler, Derbent filan. Akranlar ve dostlar önceki dönemlerde olduğu kadar aynı yerlerde yoğunlaşmamış olsa da yine de azımsanmayacak kadar tanıdık var etrafta.
Yazının başlığı Harem ve Ben ama belki de Ben ve Köprüler demeliydim.
Köprüler, ben ve Harem arasında şöyle bir ilişki var: Her yeni köprü yapıldığında ben Harem’den uzaklaşmışım, her yeni köprüde neredeyse daha önce Harem’e olan mesafemi üçe katlayarak. 1973, 1988 ve 2016’da açılan her köprü önemli değişimlere neden olmuş kentlinin yaşamında.
Başka ama benzer bir ilişki de aynı yıllar itibarı ile İstanbul’un nüfusu. 1973’te 2,4 milyon olan nüfus 1988’de kabaca 7 milyona dayanmış, 2016’da ise resmi olmasa da gerçek rakam iç ve dış göçlerle birlikte 20 milyon civarı.
Bu benzerlikten Pavlov’vari bir şartlı refleks ya da kaynar suya atılan kurbağanın tepkisi gibi bir sonuca varmayacağım ama durum bu! Köprüler yapıldıkça İstanbul büyüyor, İstanbul büyüdükçe ben sürekli kuzeye göçüyorum.
Fakat sorun şu ki uzunca bir süredir kuzeyin de sınırındayım. “Lodos’ta Odesa’nın ışıkları görünüyor” diye atmayacağım ama daha yukarıda gidecek yerim kalmadı. Buradan çıkacak doğal sonuç “artık yeni köprü yok” mudur bilemiyorum çünkü her an “Zihni Sinir”in Boğaz’ın üstünü kapatması “procesi” ele alınıp dileyene istediği yerden karşıya geçiş özgürlüğü filan verilebilir ama bunun dışında yer yok artık köprü yapacak. Yani içiniz rahat olsun; bir 20-25 yıl sonra İstanbul’un nüfusu en azından 3 katına çıkmayacak, eğer düz mantık ile kurgulamam doğru ise.
Bu yazıyı evimin balkonunda otururken kurguladım, yemek sonrası henüz tam karanlık çökmemişken karşımdaki viyadüğe bakarak, henüz özel bir adı olmayan o viyadük, adı “16.Viyadük” şimdilik sadece.. .
Aslında o viyadük araç kabulüne başladığı andan itibaren karanlığımızı kaybettik, belki de sonsuza kadar; o ışıklandırma sonrası bir daha yıldız görebilir miyiz, yarasa sesi duyabilir miyiz oralarda bilemiyorum.
Viyadük ışıl ışıl, şıkır şıkır; otobüsler, kamyonlar vızır vızır. Benzer bir görüntü Hereke’deki viyadükte var mesela, hani o çimento fabrikasının önünden geçen viyadük. Balmumcu’da ya da Çengelköy’de oturan biri de aynı görseller ile yaşıyor yıllardır.
Küreselleşme nasıl şehirleri birbirine benzetiyorsa nüfus artışı ve yapılan altyapı yatırımları da aynı etkiyi yapıyor kentlere.
Ha Uskumruköy, ha Balmumcu, ha Çengelköy! Galiba kaçtıkça yakalanıyoruz küresele. Belki de zevkini çıkarmak gerek bu durumun.
Bundan sonrası mı? Kaçana her gün Harem, kaçana her yer Harem! Görüşmek üzere.