Çolak Martin ve Süleyman…

SÜLEYMAN saf bir çocuktu. Köydeki herkes onun aklının biraz “kıt” olabileceğinden şüpheleniyordu, ama babası ve anası gücenmesin diye pek de ses çıkarmıyorlardı. Yıllar hızla geçti. Süleyman’ın arkadaşlarıyla arasındaki boy farkında bir değişiklik olmasa da zekasının akranlarının oldukça gerisinde kaldığı yavaş yavaş ortaya çıkmaya başladı.
Eh, başa gelen çekilir; ana-baba, istemese de gerçeği kabullenmek zorunda kaldı. Köylü ise, zaten olacakları sezmenin verdiği rahatlıkla fazla da üstüne gitmedi olayın. -Ne de olsa her köyün bir deliye ihtiyacı vardır. Öyle ya “köyün ya da mahallenin delisi” deyimi yoktan türememiştir.- Hoş zaman zaman Süleyman’a takılmadılar mı, takıldılar… Bazen şakaları sınırı aşmadı mı, aştı, ama ona zarar verecek, onu çokça üzecek bir hakarette de bulunmadılar. Kalbini kırdıklarını hissettikleri anda hemen gönlünü almayı ihmal etmediler.
Yıllar çabuk geçer. Toros eteğinin o yoksul köyünde de yıllar çabuk geçti ve bir de görüldü ki Süleyman askerlik çağına gelmiş. İlçeye giden muhtar Süleyman’ın son yoklama celbini dönüşte köyün kahvesine bıraktı.
Akşam kahvede toplanan köylüyü aldı bir düşünce. Bu çocuk askere giderse hali nice olurdu. Onu kim korur, kim kollardı?
Çolak Martin kahvenin köşesine çekilmiş, bir yandan çayını içiyor, bir yandan da derin derin düşünüyordu. O da tasalıydı: “Gerçekten de Süleyman’ı bu halde askere göndermek demek, kurda kuşa yem etmek demekti.”
Kahvedeki kalabalığın soruna çözüm bulamayan tartışmaları hızını yavaş yavaş yitirmeye başlarken Çolak Martin şöyle bir doğruldu. Çayından son yudumu gürültülü bir biçimde höpürdetip Süleyman’ı yanına çağırdı: “Yeğenim gel hele, senle şöyle bir dışarı çıkıp dolaşalım!”
Yaklaşık on beş dakika sonra Çolak Martin’le Süleyman kahveye geri döndüklerinde, tüm gözler onların üzerindeydi. Ancak Çolak Martin’in renk vermeye hiç de niyeti yoktu. Yanında Süleyman, biraz önce boş bıraktığı masasına yürürken kahveciye seslendi: “Seyfi iki çay, üç şekerli olsun!”
Süleyman sabahın kör karanlığında kalkmış, babasıyla birlikte şehre gidecek kamyonu bekliyordu. Heyecanlıydı, ama Çolak emmisinin ona bellettiklerinin hepsi bir bir aklındaydı. Yerinde duramıyordu. Bu onun ilk şehre gidişi olacaktı. Babası şoföre durumu anlattı. Askerlik Şubesi’ne kadar götürüp, tekrar geri getirmesi için sıkı sıkı tembihte bulundu.
Kamyon şoförü zaten yabancı değildi, serzendi: “Söylemene gerek mi var Mehmet emmi, Süleyman bizim kardeşimiz, onu anlı-şanlı piyade yapmadan geri getirirsek yuh olsun bize!”
Şoför yolcuları ve yükleri bıraktıktan sonra, Süleyman’ı alıp Askerlik Şubesi’nin yolunu tuttu. Kapıdaki nöbetçi, Süleyman’ı içeriye aldı, ancak şoföre izin vermedi. İçeride Süleyman’ın yaşında on kadar genç vardı. Salonda yan yana dizilmiş bekliyorlardı. Derken beklenen an geldi:
“Mehmet oğlu Süleyman Efe”
Süleyman büyük bir heyecan ve coşkuyla daldı odaya. İçi kıpır kıpırdı. O artık asker olacaktı.
Şube komutanı üsteğmen şöyle bir süzdü Süleyman’ı ve sordu:
“Askerliği ne olarak yapmak istersin”
Süleyman, bellemiş yanıtladı:
“Çolak emmim albay dediydi ya, siz ne isterseniz onu yazın!”
Üsteğmen tekrar bir süzdü Süleyman’ı ve durumu anladı:
“Peki Süleyman, tamam. Senin askerliğin bitti. Katibe git tezkereni yazsın.”
Süleyman köyde askerden gelenlerden gördüğü gibi, “çivi” gibi bir selam çaktı ve odadan çıktı.
Akşam kahveye geldiğinde Süleyman heyecan ve zevkten uçuyordu. O artık vatan görevini alnının akıyla tamamlamış bir delikanlıydı. Çolak Martin, umursamaz görünse de gururlu, yine Seyfi’ye seslendi:
“İki çay, üç şekerli olsun!”

(Not: Yazıyı yazmam gereken günlerde yorgan-döşek hasta yattığımdan, 2000 yılında yayımlanan bu yazımı, kısaltarak tekrar sütunuma taşıyorum, affola…)

Yorum yazın