Çek(me) git(me)

GEÇTİĞİMİZ günlerde oldukça farklı bir blog yazısı okudum. Yazarı yoğun ve yıpratıcı İstanbul yaşamına “yeter” deyip Bodrum’a yerleşen bir iletişimci. Hedef ve beklentilerini sürdürmek istediği yaşam biçimi ile örtüştürüp imrenilecek bir yaşam sürüyor.
Yakınlarda bir film izledim. “Yeniden yapılanma” sonucu işinden çıkarılan bir insan kaynakları yöneticisi iş bulabilmek için katıldığı seminerde koçluk yapan emekli bir hava kontrolörü ile tanışıyor, ondan etkilenip kendisine ve daha sonra konuştuğu herkese şu soruyu soruyor: “Mutlu musun?”
Önce ders kitabı sonra keyif almak için defalarca okuduğum Küçük Prens’te de şöyle bir cümle vardı: “Çölü güzel yapan, bir yerlerde bir su pınarını saklamasıdır.”
Rutinleşmiş, yırtıcı ve yıpratıcı yaşamlarda bu pınarları sezebiliyor muyuz veya her yanımız çakma pınarlarla dolu olduğu için hangisine gideceğimize mi karar veremiyoruz; yoksa zaten pet şişelerimiz sırt çantalarımızda olduğu için mi pınarlara gereksinim duymuyoruz?
Öte yandan adına “yeni normal” denilen bir olgu da var; mesela sahilde yürürken önünüze aniden bir yaban domuzu çıkabilir; ya da adını bile duymadığınız bir markanın reklam çekimi için sokağınız izinsiz, habersiz, düşüncesizce, sorumsuzca trafiğe kapatılır veya sizi haftalarca öncesinden arayıp randevu alan kişi ne randevuya gelir, ne de neden gelemediği hakkında en ufak bir açıklama yapar.
Yani aslında ne çöl eski çöl, ne de pınarlar eskisi gibi. Durum böyle olunca Albert Camus okumuş olmak da fayda etmiyor; çünkü zaman, o zaman değil. Yani kısacası eksen değişti, kalibre farklılaştı, odak kaydı.
Öyleyse aynı soruya tutunmak gerek; “Mutlu muyuz?”. Çünkü yaşadığımız ortam, içinde bulunduğumuz düzen, paydaşı olduğumuz ilişkiler… Hepsi görece; çoğu fast food hijyeni, alt yazı hızı, AVM çeşitliliğinde, “Az sonra..!” şehvetinde. Ama mutlu olma hissi, bu hissin kalıcılığı bambaşka bir olgu ve sanıyorum en sahici olanı da bunu hissedebilmek. Hissettiğin anda oraya tonozları çak, hiçbir rüzgar, hiçbir dalga ayıramasın oradan seni.
Ne tuhaf değil mi; aslında çok mutlu iken bunu hiç fark etmeden mutlu olacaklarını sanıp köylerinden kentlere göçen milyonların hayal kırıklıkları. Ne üzücü değil mi; aslında en severek yapabilecekleri işler bir el atımı mesafelerinde iken modaya uyup ya da başka yaşamlara öykünüp kendilerini sonsuz mutsuzluğa mahkum edenler. Ne garip değil mi; aslında mutlu olmanın sınırsız yolu varken mutsuz olmak için ne varsa yapıyor olanlar.
Belki de o iş arayan kadın gibi doğru soruları soramıyoruz. Mesela bu şehirde mutluluk, iş yerinin evine yakın olması kişinin. Mesela ne kadar yoğun çalışıyorsan çalış hobilerine ve keyif aldığın şeylere zaman ayırmak mutluluk. Mesela tüm engellere rağmen eski dostlar ile olabildiğince sık bir araya gelmek ya da mesela kışın boş bir sahil kasabasına gidebilmek mutluluk.
Geçen gün bir toplantıda idim meslektaşlarımla, geçtiğimiz hafta da başka bir sektörün toplantısında. Herkes mutsuz, herkes birilerini, çoğunlukla da aynı şeyleri suçluyor ve herkes kendi dışında bir yerlerden çözüm bekliyor. Armut ol önce, sonra bir güzel pişiver, eee bir de ağzıma düş bari! Oysa mesela çok küçük bir azınlık şu soruyu soruyor: “Yolunda gitmeyen bir şeyler var, en azından daha mutlu, daha iyi olabilmek için ben ne yapabilirim, ne katkıda bulunabilirim? Daha iyi olmam gerek çünkü ben iyi olmazsam sorunlarım da çözülmez.”
Evet, öncelikler değişti, tamam insanlar da bir tuhaf, haliyle değerlerimiz de eskisinden çok farklı. Teslim olmak, duyarsız kalmak, görmezden gelmek değil yapılması gereken. Çekip gitmek değil; “çekmeden” gitmek ara sıra, yani “bir taraftan durumun böyle olduğunun bilincinde ve farkındayım ama diğer taraftan yaşamın beni mutlu edecek yanlarına tutunup pürüz çıkartacak durumlarına karşı da hazırlıklıyım” benzeri bir yaklaşım.
Mutluluk bir sonuç duygusu değil sadece, henüz hiçbir şey olmadan düşünerek, hayal ederek,  tasarlayarak, uğraşıp mücadele ederek de mutlu olmanın yollarını aramalıyız aynı zamanda.
Görüşmek üzere…

Yorum yazın