Brüt & net

İŞİMİZ gereği soruyorum, “bu müşterinin prim büyüklüğü ne kadar?” diye; gelen rakama bakıyorum, o ne? Tüm vergiler dahil edilmiş gelen rakamın içine. Oysa vergiden bizim ya da sigorta şirketinin kursağına giren bir şey yok.
Yaşamını o restoran senin bu bistro benim şeklinde gezerek kazanan bir köşe yazarı yakın zamanda gittiği bir yerin tanıtımını yaptığı son yazısını şöyle bitiriyor: “Keyifli bir yer, hesap kişi başı içkisiz 80- 100 lira”. Oysa hesabın yüzde 10’u kadar bahşiş verilecek, “montunuzu vestiyere alayım”cıya da 10-20 lira sökülmek gerek, aracınla gittiysen valeye de bir o kadar en az. Yani abiye göre azami 200 lira olan içkisiz çift kişilik yemek bize 250 lira en az brüt olarak.
Futbolcu maçtan sonra demeç veriyor: “Yol yorgunluğu üzerine bir de 90 dakika boyunca balçık zeminde mücadele verdik.” Maç sonu istatistiklerine bakıyorsun, topun oyunda kaldığı süre 43 dakika, bunu söyleyen futbolcu da topla 20 kez buluşmuş sadece!
“Ankara dediğin ne ki İstanbul’dan, azami 45 dakika uçak yolculuğu” ama kurallara uymak için 1 saat önce havaalanına git, bu şehirde bunu başarabilmek için en az 1,5 saat önce evinden çık, vardığında bir de üstüne Ankara trafiğine gir; oldu mu sana minimum 4 saatlik bir yolculuk, şanslıysan ve her iki uçta da rötar yaşamazsan.
Akşama misafir var, içeceklerin yanında biraz da çerez sunmak istiyor ve raflardaki o balon görünümlü “aile boyu” ürünlere yöneliyorsan brütten nete sıkı bir helyum sızıntısı sendromu yaşayacaksın, şaşırma!
Düşünüyorum da bu ülkenin birçok ferdi, birçok kurumu aynı zamanda çok becerikli pazarlamacı, usta satışçı. Yok yok, arkadaki bir odasının penceresinden kafanızı 45 derece yatırarak (ve eğer miyop da değilseniz) 10 blok ötedeki binanın sağ çatı kenarından su görüntüsüne vasıl olabildiğiniz evi “lebiderya” diye pazarlayan emlakçı; ya da sadece Munich – Stuttgart otobanında (herkesin evinde Noel kutlaması yaptığı bir günde) test edilen yakıt tüketim istatistiğinin burada da geçerli olduğunu savunup araç satan kişiyi kast etmiyorum “becerikli” derken; daha doğal refleks ile ve gelişine yapılan yükseltme veya indirme egzersizleri kast ettiğim.
Tüm bunların ne kadarı aldatmaca, ya da kandırma bilmiyorum ama günlük yaşamlarımızda sıkça yaşıyoruz bu “kemikli / kemiksiz” durumları. Aslında genel olarak iyi algılanacak ya iyi gösterilmek istenen şeylerde yukarı doğru çıkıyoruz. Kötü, olumsuz ya da değmez diye nitelendirilebilecek şeylerde de çıtayı hep aşağıda gösterme çabamız var toplum olarak. Bunu iyi niyetli bir bakış açısı ile karşısındakini üzmemek ya da daha fazla mutlu etmek gibi yorumlayabilirseniz ama öte yandan bunun içinde yadsınamayacak bir ahlak ve davranış bozukluğu da var; bu yoksa bile en azından kötü sondan çekinip mutlu sonu abartma gibi bir aşırı Polyannacılık söz konusu. Oysa her kör çalgıcının gözü açılmıyor gerçek yaşamda, ya da her zıpır ve çulsuz görünümlü delikanlının Karun gibi zengin babası olmuyor. Doğruyu, olabildiğince yalın ve nesnel şekilde seslendirmek gerekiyor, doğru ne kadar acı ve üzücü olsa da.
Geçtiğimiz günlerde eskiyen telefon şarj kablomun yerine yenisini almak niyeti ile raftaki ürünü sordum satıcıya, “Fiyatı makul, görünümü de iyi ama orijinalinin yerini tutmaz, kullanımda uyumsuzluk sıkıntısı yaşayan müşterilerimiz oldu, bilmenizde fayda var” dedi o doğrucu Davut. Sarılıp kucaklayasım geldi o anda kendisini. “Hah şöyle ya, arada bir şeylerin çakma olduğunun anımsatılması gerekiyor insanlara” diye düşündüm; düşünelim ki, hep en ucuza en iyisine ulaşma yanılsamasından kurtaralım kendimizi.
Doğruları ne kadar çok seslendirirsek bunlardan korkma, çekinme reflekslerimiz, bunları değiştirme çabalarımız da azalacaktır. Bizden doğruları duyma alışkanlığını kazanan çevremiz de benzer şekilde hareket etmeye başlayacak ve aslında fiziksel ortamda, iyide kötüde, acıda tatlıda her şey aynı kalsa da bireylerin birbirine güveni artıyor olacaktır.
Unutmayalım, iki nokta arasındaki en kısa mesafe doğru çizgidir, tabii eğer dolanmak istemiyorsak.
Görüşmek üzere…

Yorum yazın