At bir sakal

MASALARA ana yemek servisi henüz yapılmış ve herkes tabaklarına yönelmişken ürünlerini üçer beşer gözümüze sokan düğün fotoğrafçısına verdiğim tepki üzerine yazıyorum bu yazıyı.
Eskiden de düğünler olur ve resimler çekilirdi, hatta günümüze göre daha önemli idi o resimler çünkü o yıllarda akıllı cihazlar henüz icat edilmediği için kimse tam teşekküllü magazin muhabiri değildi. Ayrıca sözleşmeli fotoğrafçı varken kamera çıkartıp resim çekmek de zinhar ayıptı. Fakat tüm bu monopolistik koşullara rağmen o dönemin resimcileri davetli masalarını bu denli taciz etmezler, satışın bu ısrarcı ve dayatmacı örneklerini sergilemezlerdi.
Verdiğim tepki için kendimi de eleştirdim. O fotoğrafçı büyük olasılıkla düşük bir maaş artı satıştan prim esaslı çalışıyor o işletmede; onu istihdam eden kişi de o mekanın ihalesini alırken “Yılda şu kadar düğün, bu kadar davet, ortalama şu kadar davetli çarpı kişi başına şu kadar resim” diye yapıyor kendi fizibilitesini, o işletme beklediği geliri üretemezse kendileri ve aileleri adına işsizlik ve sıkıntı demek olacak bu durum ama hepsinin bilincinde olmama rağmen “Bana ne ya!” hakkımı da kullanmak istiyorum.
Şu “Abime ne vereyim?” ritüeli aslında bu zorlayıcı, itici, mekanik düzenin bir sonucu. Herkes tüketici, herkes harcayıcı, herkes bir yerde bulunmak için daha fazlasını vermek zorunda. İşin diğer yanında da gereksiz bir vicdan azabı, “Sen böyle yaparsan, o böyle yaparsa ne olur bu işin sonu” kemirmesi; birden senden beklediği kabulü görmeyen karşı tarafın bozuk atması ya da küsüp yok olması tripleri.
Sokağa adımınızı attığınız andan itibaren başlıyor bu “Ne koyayım” eziyeti. Öyle bir pop kültürü ki virüs gibi yayılıyor, kanıksanıyor, çoğunluğun normali haline geliyor. Komi garsondan “Arada su bardaklarına bak, boşalan olursa doldur” eğitimini alıyor, birkaç sene sonra garsonluğa terfi ettiğinde  “Bardaklar hiç boş kalmasın”cı oluyor. Bir gün kendi yerinin patronu olduğunda da “Sürekli tabak değiştirin, su koyun, küllükler hep yenilensin”i nitelikli hizmet olarak öğretiyor çalışanlarına. Bu düşüncesiz, rahatsız edici ve haydi adını koyayım “arabesk” hizmet anlayışı da gitgide egemen oluyor tüketicilerin cirit attığı yerlere.
Çoğu şeyden habersiz bir kesim bir düğüne ya da yemeğe davetli olduğunu sanıyor sadece; oysa  oraya gittiklerinde baskı ile, vicdan sömürüsü ile, zorlama ile onlara bir şeyler aldırmaya kilitlenmiş bir satıcı ordusu var cephede bekleyen. Valeye para vermek zorundasın ve bunun bir rayici var, içe dokunan bakışlı kavruk kız çocuğundan ya da yanındaki papyonlu büyümüş de küçülmüşen gül de almak zorundasın, fotocu varsa ondan da üç beş resim edinmelisin, sazcılardan bir Heybeli isteyip onları da görmelisin, sana isminle hitap ederek içkini tazeleyen komiyi, “size ne balık ayırtayım” garsonunu ve hatta şefi de görmek durumundasın mekandan ayrılmadan. Berbere ya da kuaföre mi gittin, saçını keseni, yıkayanı, montunu tutanı, üstünü fırçalayanı, “içecek bir şey ister misin” diyen veledi de görmende fayda var.
Mesele kimin ne kadar saçtığı ya da saçabildiği ya da bunun standardını belirlemek değil; mesele hemen hepsi gönülden, zorlamasız, usturuplu veya en ticari emelle de olsa sempatik olması gereken bu sunumların, o anın ya da ortamın olmazsa olmazı gibi algılanmasının önüne geçmek olmalı.
Sunulan hizmet ne kadar faydalı olursa olsun sunum şekli ve zamanlaması son derece önemli. Salt bunu belirlemek ve hoşnutsuzluğu en aza indirmek için milyonlarca liralık araştırmalar yapıyor firmalar ama “Girerim en kalabalık masanın ortasına, bölerim en hararetli ya da mahrem konuşmayı, birkaç ürün de sokuşturup rızkımı çıkartırım…” hâlâ hoş görülebiliyor ya da kanıksanabiliyor ne yazık ki.
Ücreti önemsiz ve kolay halledilen işler için bildim bileli kullanılan bir terim vardır, “At bir sakal” diye; ama bunun hemen öncesinde de “Gönlünden ne koparsa” diye bir tarif yapılır, yani takdire tabidir kopacak şey; ne kadar takdir o kadar çorba parası sizin anlayacağınız.

Görüşmek üzere.

Yorum yazın